www.KATREFM.com

Biz KiMiZ ! ! !

Biz KiMiZ ! ! !
Katre

BiZ KiMiZ ! ! !

18 Aralık 2009 Cuma

Gam yurdu


Kays anlamıştı,dünyanın bir gam yurdu olduğunu. Anlamıştı daha ilk günden,buraya dert ve üzüntü çekmeye gelindiğini. Anlamıştı insanlara “gönül”verildiğini ve ezelde aşkın yaratıldığını. Anlamıştı güzeli ve güzelliği.Anlamıştı ilahi sırrı,insanın bir ayna olduğunu ve Yaradan’ın onda kendisini temaşa ettiğini. Eksikliğini anlamıştı. Aynaya aksetmeyen görüntüyü arıyordu. Öteki yarısı yok gibiydi. Kendisini tamamlayacak güzeli arıyordu ve öteki yarısını aramanın niceliğini anlamıştı. O alalade bir çocuk değildi. O bir sevda çekirdeğiydi. Onda kainatın en büyük aşklarından biri yüklüydü. Anladığı da oydu zaten. Bu sebeple ağlıyordu. Onun için ağlıyordu!O’nun için ağlıyordu!!O’nu arayıp bulmaya vasıta olacak öteki yarısı için ağlıyordu.
Doğmuştu öteki yarısı ,aynı gecede .Kimseler bilmiyordu bunu ,bilemiyordu.. Bilemezdi de. Amiroğulları’nın bir başka beyi Mehdi b.sa’d’ın çadırında doğmuştu Leyla..



Leyla “geceye dair,gece gözlü ,gece saçlı “demekti.Sonradan gece bahtlı da olacaktı. Kays’ın çığlıkları ,işte bu gece renkli güzel için idi. “Güzel” ne kelime !…Kays’ın ruhu ve canı .Güzelsiz ,güzelliksiz Kays olur mu?Misk ,kokmazlık yapabilir mi Kays ,sevmezlik edebilir mi?Evet ,Kays dadılarını sevmedi,sevemedi ,bir türlü. Tesadüf,bir hilal kaşlı peri–peyker,onu kucağına almıştı. Kesiliverdi çığlıklar,ağlayışlar ,göz yaşları.İlk defa gözlerini açıp uzun uzun baktı bu güzelliğe Kays. Güldü,gülümsedi o mah- cemale. Ah güzellik!..Allah’ın bitmez tükenmez ;sonsuz eksiksiz kudretinin eseri!..İmanın delili ,adem olmanın idraki.O’ndan bir zerre.Zat’ından bir nişane!Aşkın yegane vasıtası!.. Elinde oldukça güldü o güzelin;elinden indikçe ağladı Kays.Artık başkaca ne mürebbi,ne daye!… Bir yandan Amiri “Evlat cevherine bedeldir;evlat bırakan ad bırakır. Emel sandığıma inci doldu,niyet mumum parladı” diye sevinirken öte yanda Kays ‘ın gönlünde şu münacat vardı:

-Biliyorum Rabbim!Gam tuzağıdır varlık .Hür olmaz yoklukladır. Ey cefacı dünya!Bildim sendeki kederin çokluğunu. Keder çekmeye arkadaş isterim.Ey felek! Her nerede gam varsa ,gönder benim kederli gönlüme ve sonra bütün alemi gamdan azad et.Bu yolda azaltma nasibimi!Bana aşk ver.Ne geldiğimi bileyim,cihana ;ne de zamanın nice olduğunu!

Güzel daye Kays’ı canıyla besler ,süt yerine ciğer kanını sunardı.Bu güzel,ona sevgi emzirir;aşk içirirdi.Kays bir ay parçası,güzel daye halesi.Her geçen gün ona bir kadeh aşk şarabı verirdi,aşk tuzağı ayağını tam bağlasın diye.
Zaman!..Ah zaman!..Hem dost ,hem düşman. Hem mazlum,hem zalim.Aktıkça köpüren bir nehir.Yiğide ayak bağı ,namerde at meydanı. Sevdaya tuzak,nefrete dost. Aktıkça ,iyi ile kötünün ;iyilik ile kötülüğün yolunu ayırıcı. Rahmette zahmet;zahmette rahmet madeni… Hayırda şer;şerde hayır gizleyen sır. Gel zaman;git zaman!…

8 Aralık 2009 Salı

İlk Bakışma !


Bütün aşk Hikâyelerinin en unutulmaz ve heyecan verici sahnesi, sevenin sevgiliye ilk baktığı andiR şüphesiz. Daha doğrusu, onun yüzünü ilk gördüğü vakit. Âşıktaki içsel değişimin başladığı an, gözün sevgiliye ilk takıldığı saniye dilimidir ve aşığın bütün biyografisi, bu''ilk bakışın öncesi ve sonrası''ndan ibarettir. Bir ilk bakış, kaderin kazaya dönüştüğü en kutlu demi yüklenmiştir.
İlk bakış, ancak yüz aynasına çarparsa aşka dönüşür. Çünkü sevgilinin başka hiçbir uzvu, hiçbir güzelliği onun yüzü kadar aşka kapı aralayamamaktadır. Nitekim Âşık maşukunu ya bir resimde seyreder, ya ya da Birinden methini ısıtıp bu mesnevîlerde görür rüyasında sevmeye başlar. Ancak, sevginin aşka dönüştüğü an, sevenin sevgili yüzünü göz ile gördüğü andiR. Çünkü bu noktada bilgi ve bilinç devreye girer.
Mesela;
---Veys ü Ramin hikâyesinde Ramin, üzerindedir ve kalbine bir ok saplanmış savaşçılar gibi atından yere düşer de Veys'in yüzünü ilk gördüğü anda.
--- Hüsrev, Şirin'i Gölde yıkanmış, Saçını tararken gördüğünde, onun yüzü saçları arasında gizli ve Hüsrev'e Sırtı dönüktür. Şirin'in, kendisini seyreden şehzadeden haberi de yoktur. Fakat ansızın önemli bir şey olur ve Şirin saçlarını yana atar. İşte Hüsrev için dolunayın geceden çıkması yahut Okun yaydan fırlaması bu anda gerçekleşir.
--- Kays da mektebe varıp çocuklar arasına oturduğunda Leylâ sınıftadır ama ne zaman ki yüzünü görür, kılıç kınından sıyrılmış olur.

Sevgilinin yüzü mü; aşk yangınını alevlendiren ilk kıvılcımdır.

Aşığın kalbi mi, ilk bakıştan sonra suda titreyen bir mehtap.
Göz ... Savaşı Başlatan Haberci.
Bakış ... Elde olmayan kader; İlâhî kaza.
Ve aşk ... Kalp ile göz arasında kutlu bir hadise

Çoook sonraları kalp göze diyecektir ki,''Beni bu onulmaz derde ITEN sensin. Safayı sen sürdün, Acıyı ben çektim. Nimet senin, zahmet benim oldu. Sen sevinirken, kaygılanan ben oldum. Bakışlarını arttırdıkça sen, dertlerimi çoğalttın benim. Zafere eren sen, hezimete uğrayan ben. Sen emirlerine itaat edilen Hükümdar oldun, ben senin peşinde Koşan tebaan. Sen emir, ben esir. Melik iken Memluk (kul) ettin beni.''Sonra devam eder,
-Ey göz! Sen ikisin, ben birim. Iki kişinin bir Ferde saldırıp onu öldürmesi zulüm değil de nedir?! .. Şimdi ağla o halde; ettiğin Zulmün cezasını çek bakalım! ..

Göz buna karşılık ayet-i Kerime ile cevap verir:
''Gerçek şu ki; gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler kör olur''(Hacc, 46).

Ebu der ki:''bir kral ise Hureyre radıyallahu anh Kalp, organlar emrine amade askerler gibidir. Kral iyi davranış içinde olursa, askerler de ona uyar. O fenalık yaparsa, emrindeki askerler de fena davranır.''Göz der:''O halde ey kalp, kendini de beni de helâka sürükleyen sensin. Seni perişan eden yegane şey, Allah'ın sevgisinden, zikrinden ve emrettiklerinden uzak kalmandır. Sen başkasının sevgisini O'nun sevgisine tercih ediyorsun ve aşkın yükünü bana yüklüyorsun. Şimdi ağlayan benim, yanan sen. Ne sen beni kurtarabilirsin, ne ben seni söndürebilirim. Ben su serptikçe senin alevin artacak, sendeki ateş arttıkça ben daha çok yaş akıtacağım. Yoksa 'Hayırlı olanı şu degersiz şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz?' (Bakara, 61).''

Yedi Askı'nın şairlerinden biri şöyle soruyor:

''Şaşkın vaziyetteyim; nefsimi mi azarlayayım, arzulu gözümü mü, yoksa kalbimi mi?''
İskender PALA

4 Aralık 2009 Cuma

Siyah LALE

Hayatı zıt boyutta ve tersinden yaşamak gibi bir şey. Peki bu mümkün müdür? Sevgilinin kimliğine bağlı olarak, evet! .. Sevgili Allah olunca elbette! ...
Tasavvufta Lalenin Anlamı
Aşkımdan pürsafâyımdır sanırsın belki bu demler ... Aşkın neşvesi olmaz, Lâle; Eğlâl ,,,,,Leyli; Leylâ olmadan Ey güzel...
Lalenin Osmanlılar tarafından çok sevilmesi sadece çok güzel bir çiçek olmasından dolayı değil. Arapça harflerle yazıldığında Lale kelimesi ile Allah kelimesinde aynı harfler kullanılıyor. Bir de Arap harfleriyle yazılan Laleyi tersten okursanız Hilal kelimesi ortaya çıkıyor,
Lâlenin Harfi manası "Hilal" e de ulaşmaktadır. Onlar semâdaki hilâlin parıltılarıyla yol alır, yıldızlarla semaya dururlar. Bir semâzenin tr Makro hâlidir, hilâli çevreleyen yıldızlar ...

Lâlenin hesabı 66'dır ebced. Altmış altı "elhamdülillah" bir denk gelir. Onlar o hayret makamının coşkusuyla yaşadığı istiğrak hâline hamdederek "elhamdülillah" derler.
Lâlenin içi kömür gibidir. Ancak Dıştan görünmez. Dışı ise içinin tam tersine pasparlak, canlı ve ruha sekînet verici bir görünüme sahiptir. Onun bu hali Tıpkı bağrı yanık bir dervişin mütebessim LOKMAN hâleli yüzüne benzer.

Gerçek lâlelerin hepsinde renkli altı yaprak bulunur. Bu ise İmanın altı nû »runun libâsına bürünen dervişin îmân ve ihsan potasında erimesi ve daha sonra bu Nurun şualarıyla derinden bir yanışa gark olmasının da bir simgesidir.
Bununla beraber Kur'ân-ı Kerîm'in (aynı zamanda Fâtiha süresinin) altıncı âyeti de "Bizi dosdoğru yola (Sırat-ı Müstakîm'e) İlet" ayet-i kerimesidir. Bu ayet aynı zamanda bir dua Vasfi taşımaktadır.

Lâlenin renkli yapraklarının yukarıya doğru olması da Tıpkı bir dervişin dua edişindeki edâyı andırır. Zira derviş bu hal ile Sırat-ı müstakîm üzere olmayı, yani istikâmete ermiştir noktalarını törpüleyerek hakîkate etmiş ve ifrat-tefrit murad. Tıpkı ve lâlenin derûnundaki siyahlığı göstermemesi gibi o da içinde yaşadığı Yanis halini gizlemiş ve kendine her nazar edene o güzel rengini sunarak ona ferahlık vermiştir. Nitekim lâlenin en revaç bulduğu dönemlerden biri olan Osmanlılar zamanında ona, "ferâhâver (ferahlık veren)" denmiştir. Işte bu vasıflarla vasıflanan derviş de Tıpkı lâlenin bu adını alarak etrafına letâfet ve zerafet saçmış, gönüllere âb-ı hayat sunmuştur. Hulasa; lâlenin eğlâl oluşu, Lâlenin Hakîkat deryasına dalış hâlidir.

Leyl; gece demektir. Gece sevda demektir. "Sevda" nın asıl manası "siyah" tır. "Siyah Lale" diye bir şey yoktur. Gerçekte bunlar çok ama çok koyu mor lalelerdir
Gece kıymet bilene "kara sevda" nın yaşandığı ânlardır. Eğer sen geceyi kopkoyu bir boşluk olmaktan çıkarmak istersen, gönüldeki yârları ve ağyârları yok etmelisin! Işte o zaman her yer sana Ayan olur. Sanırsın ki gece bitmiş de gündüz oluvermiştir. Böylece fani Muhabbetler silinerek kalb sevdanın deryâsının derinliklerinde yolculuğa çıkmıştır. Burada bahsedilen "Leylâ" temsili olup, asıl kasdedilen "Mevla" dır. Her yerin Ayan oluşuyla kalb KAİNATIN esrârını okuyucu ve alıcı bir hâle gelir. Ve Cebrâil'in "Oku" emrini müteâkiben örtüsüne bürünen ürkek yürek, artık serpilip açılır her yanda Leylâ'yı "Mevla" görür hâle gelir ve.

Ey Gönül! Canına üflenen nefhayla yan da kavrul! Amma Lâle gibi ol ki, halinden sadece "Yar" haberdar olsun. Öyle ki, Efendimiz-sallallahu aleyhi ve sellem-ümmeti için gönlü onu lahzâ beşûş (mütebessim) idi ... yüzü, hüzne gark olurken dahi daim

2 Aralık 2009 Çarşamba

Hadi Git


Müzik - hadi git ...:( | izlesene.com

1 Aralık 2009 Salı

Aklın Hududu !

Mevlana Celaleddin-i Rumi, ailece Konya'ya yerleştikten sonra tahsîlini tamamlamak için Halep ve Şam'a gider. O sırada takriben otuz yaşlarındadır.

Birgün Şam'ın kalabalık çarşısından geçerken değişik kılıklı bir kişi:
"-Ver elini öpeyim, ey alemlerin sarrafı! .." der.
Celaleddin-i Rûmî'nin ellerine yapışır ve hararetle öper. Sonra birdenbire Kalabalığın içinde kayboluverir. Celaleddin-i Rûmi şaşırır. «Bu ne iştir?» Diye hayretler içinde kalır. Esrarengiz ve Garib hüviyetli kişi, kendisi için adeta bir muamma olur.
Celaleddin-i Rûmi, seneler sonra birgün Konya'daki medresesinde dersden çıkıp talebeleriyle sohbet etmekteyken, daha evvel Şam'da elini öperek kendisini hayrette bırakan kimse ile tekrar karşılaşır. Bu şahıs Tebrizli Şems'dir. O da Celaleddin-i Rûmî'nin sohbetine dahil olur. Garib bir heyecanla şu acaib suali sorar:
"-Bayezid mi, yoksa Hazret-i Muhammed-sallallahu aleyhi ve sellem-mi daha büyüktür?"

Mevlânâ Hazretleri dehşete kapılır ve:
"-Bu nasıl sual?!. Hiç Alemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan yüce bir peygamberle, O'nun bir velisi mukayese edilir mi?!." diye hiddetle bağırır.

Tebrizli Şems, hiç sükunetini bozmadan sualini şu şekilde açıklar:
"-Öyleyse, neden Bayezid, Rabbinden cehenneme konulmasını ve vücudunun orada, başka hiçbir mücrime yer kalmayacak büyütülmesini Taleb ettiği derecede, Lakin küçük bir ilahi Tecelli karşısında da:« Şanım ne yücedir! Kendimi tesbih ederim! .. »Dediği halde; Hazret-i Peygamber-sallallahu aleyhi ve sellem-sayısız tecellilere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor nail olduğu nimetlerle yetinmeyerek Rabbinden hala istiyor, istiyor, boyuna istiyordu? .. "
 
Bu îzâhât, Hazret-i Mevlânâ'yı sırf aklın aydınlattığı zahir ilmin hudûduna getirip dayar. Bu noktada kalarak suale cevap vermek mümkün değildir. Şems, hal silahıyla O'nu bu noktadan ileriye iter. İlerisi uçsuz bucaksız bir "Ledün Alemi" dir. Böylece Şems, muhatabını, O'nda mevcut olduğu halde habersiz bulunduğu manevi bir iklîmin ufkuna doğru şimşek sür'atiyle bir keşif seyahatine çıkarmış olur.- "Boyezid'in« Şanım ne yücedir; kendimi tesbih ederim! Ben sultanların sultanıyım! .. " sözü bir işba, (doymuşluk) Halının ifadesidir. Yani, O'nun manevi susuzluğu, küçük bir Tecelli ile giderilmiş oldu. Ruhu artık talebsiz bir hale geldi. Sekre sürüklendi. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lakin O'nun istiabı bu kadardı.der.
Bu ani gelişmenin te'siri ile Hazret-i Mevlânâ, daha evvel ezberlemiş bulunduğu Zahiri ilmin mütalaalarından birini serdediyormuşcasına kolaylıkla şu cevabı verir:

Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ise, «Elem neşrah-Leke sadrak!» Sırrına mazhar olmuştu. Tecelliler, kendisini her taraftan kuşattı. Kainat kadar geniş olan sadri, bir türlü kanmıyordu. Susadıkça susuyor, içtikçe de susuzluğu artıyordu. Her an bir Halden Diğer bir hale yükseliyor Onu Yükselişte de bir önceki haline tevbe ediyordu. Nitekim:

"Ben günde yetmiş defa-bir rivayette-yüz defa-tevbe ederim! .." buyurmuşlardır.
Zira O, yüce Mevlâ'sına onu bir daha yakınlık istiyordu. Çünkü iştiyakı sonsuz, kul ile Rabb arasındaki mesafe ise sonsuz kere sonsuzdu. Bu sebeple birçok kereler:


«Ya Rabbi, Sen'i gereği gibi ve layık olduğun veçhile tanıyamadım .. Sana hakkıyla Kulluk Yapamadim .. »diye iltica ve tazarrûda bulunuyordu."

Şems'in vazifesi, muhatabının idrâkini, kalbi derinliğini, Zahiri ilimle ulaşılamayacak olan işte bu mertebeye yükseltmekti. Bunun için Aldığı cevapla ulvî gayeye ulaşmış insanların büyük coşkunluğunu hissederek bir Neş'e çığlığı atar. Kendinden geçer. Böylece bu iki Maneviyat yıldızının arasında hayat boyu devam edecek olan Nurani bir şerare vücuda gelmiş olur.
Osman Nuri Topbaş hocaefendiden alıntıdır, devamı için tıklayınız. http://www.osmannuritopbas.com/altinoluk-dergisi/hz.-mevlana-sems-ve-seb-i-arus.html