www.KATREFM.com

Biz KiMiZ ! ! !

Biz KiMiZ ! ! !
Katre

BiZ KiMiZ ! ! !

17 Mart 2010 Çarşamba

EFENDİMİZİN MESLEĞİ

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFA sallallahu aleyhi ve sellem:Peygamber efendimiz askerlikte başarılı bir ordu kumandanı idi.Aile içinde şefkatli bir BABA ve mükemmel bir DEDE idi.,Müslümanlar arasında örnek bir insan,dürüst bir tacir idi.İyilerin ve Doğruların ÖNDERİ ,kötülüklerin ve yanlışların düzelticisi idi.Dünyada bütün insanlara REHBER ,Ahirette ise ona ÜMMET olanlara ŞEFAATÇİ....NE MUTLU HAKKIYLA YOLUNDA GEDEBİLENLERE...(RABBİM ONA LAYIK ÜMMET EYLESİN...)

HAZRET-i ADEM:İlk ziraat mühendisi ve çiftçi idi,
HAZRET-İ ŞİT :Dokumacıların,Örücülerin ve mensucat sanayiinn İlk kurucusu idi,
HAZRET-İ İDRİS :İğneyi ilk icad eden,ona delik açan,iplik geçiren olduğundan,terzicilerin örücülerin piri idi,
HAZRET-İ NUH :Marangozcuların,gemicilerin ve denizcilerin piri idi,
HAZRET-İ HUD :tüccar idi.Bütün tüccarların piri sayılır,
HAZRET-i SALİH :Sürülerle develer yetiştirirdi.Sütlerini hem içer,hemde satıp maişetini temin ederdi.(SALİH peygamberin devesi meşhurdur.)
HAZRET-İ İBRAHİM :KABE'yi yeniden inşa edişiyle,HAZRET-İ SÜLEYMAN'A önderlik etmiştir,
HAZRET-İ LUT :Tarihçi idi.Seyyahların ve evliya çelebilerin piridir,
HAZRET-İ İSMAİL :Kara ve deniz avcılığı geçimini sağlardı.Avcıların piri sayılır.70 dil bilirdi.Tercumanların piridir.
HAZRET-İ İSHAK :Çoban idi,
HAZRET-İ YAKUB :Çoban idi,
HAZRET-İ YUSUF :Saati ilk .cat eden,toprak mahsulleri ofisini ilk kuran,bolluk zamanında mahsulleri depolamayı,kıtlık zamanında halka adaletle dağıtan bir PEYGAMBEr dir,
HAZRET-İ EYYÜB :Ziraatçı idi,
HAZRET-İ ŞUAYB :Ziraatçı idi,
HAZRET-İ MUSA :Çobanlık yapmış ve HAZRET-İ ŞUAYB işçilik etmiştir,
HAZRET-İ HARUN :Vezir idi,
HAZRET-İ DAVUD :Demir işleyen,zırh yapan ve düzenli ordular kuran,Calut'un ordularını mağlup eden bir komutandır,
HAZRET-İ SÜLEYMAN :Emir,hükümdar idi.Sazlardan(kamış) zembil yapardı.Bakır madeninin ilk defa işleyen O'dur.Cinler ,kuşlar ve rüzgar emrine verilmiştir.
HAZRET-İ ZÜLKiF :Ekmek pişirirdi,fırıncıların piridir,
HAZRET-İ İLYAS :dokumacı ve iplikçilerin piridir,
HAZRET-İ YUNUS :Balık avlayıp geçinirdi,balıkçıların piridir,
HAZRET-İ ÜZEYR :Bahçıvan idi.Meyve ağaçlarını ilk defa aşılıyan fidan yetiştiren,budama işlerini insanlara öğretendir.Bağ ve bahçe işleriyle uğraşanların piridir,
HAZRET-İ LOKMAN :Doktorluk ve eczacılık mesleğinin piridir,
HAZRET-İ İSA :Avcı idi.av aleti ile geçimini temin ederdi.Avcıların piri idi...

(HAZRET-İ LOKMAN VE ÜZEYR KURAN-I KERİMDE İSMİ GEÇEN ZATLARDIR.PEYGAMBER OLMA HUSUSUNDA İHTİLAF VARDIR).

* HEPİNİZE SELAT VE SELAM OLSUN*
M.HADİ KÜÇÜK

10 Mart 2010 Çarşamba

KATRE FM YENİ PORTALINDA

Daha geçen aylarda kurduğumuz radyo KATRE
yüzlerce kullanıcı ile buluştu.Bunun üzerine Radyo
yayınımızı dahada geliştirip günün belli saatlerinde
profesyonel olma yolunda ilerleyen DJ lerimiz eşliğinde
sohbet programları sunma çabası içindeyiz.
Resmi sitemiz olan www.katrefm.com hizmete girmiştir
Sevdiklerinize ilahi - ezgi armağan edip dj lerimizden
istek istiyebileceginiz İslami radyomuz 24 saat kesintisiz
yayın yapmaktadır.
WWW.KATREFM.COM

16 Şubat 2010 Salı

ALLAH'I TANIMAK İLK GÖREVİNDİR

Halalinden çalış rızkını sağla
Duan kabul olur, bil ey müslüman
Günah işledinse tövbe et ağla
ZULM ETME ey müslüman

Haramı bilenler kumar oynamaz
Mü’minin kazanı haram kaynamaz
İhmal edilmesin beş vakit namaz
Üzerine farzdır kıl ey müslüman

Allah'ı tanımak ilk görevindir
Mezar sana hasret, en son evindir
İnsanları çok sev hem de sevindir
Öteki dünyada gül ey müslüman

Ölüm omuzunda kıyamet yakın
Müslümansan öyle bir tavır takın
Nifaktan, hasetten gururdan sakın
Olma kör nefsine kul ey müslüman

Bak der zorlama yok mü’min hür olur
Gönüllü olunca iman gür olur
Cennete giderken yolun nur olur
Dünyada bu nuru bul ey müslüman

6 Şubat 2010 Cumartesi

Yeter ki Seni Birkere Görebilseydim

Yeter ki;seni bir kere görebilseydim,,,
Bastığın zemin,,
Yürüdüğün toprak,,
senin önüne düşen bir tane Yaprak olasaydım da,,,
Yeter ki,Yeter ki SENİ bir dakika görebilseydim...

Aldığın Abdest suyunun bir damlası,,,
O MÜBAREK GÖZLERİNE değen,,,
Bir dağ,,bir çırpı,,bir çöp,olsaydım da,,,
Yeter ki,SENİ bir saniye görebilseydim...

Yaslandığın duvar,,,
Önünde dinlendiğin ağaç,,,
Oturduğun minder ben olsaydım da,,,
Yeter ki,,,SENİ bir AN görebilseydim...

O NUR GÖZLERİN deki çapak,,,
Su içtiğin bardak,,,olsaydım da,,,
Üzerimdeki elbisem,,,yediğim lokmam olmasaydı da,,,
Yeter ki,,Yeter ki seni bir kerecik görebilseydim...

Bu günahkar gözlerim,,
Layık değil SENİ görmeye bilirim,,,
YA NEBİ,,,ANAM BABAM SANA FEDA OLSUN...!

YA HABİB,,,layık olmasada gözlerim,,,
Yine de Yeter ki bir kerecik görebilseydim de,,,
Bu günahkar gözler kör olsaydı,,,Yeter ki görebilseydim,,,

SANA CANIM FEDA,,,YA MUALLİMİ EKBER

23 Ocak 2010 Cumartesi

NEFİSLE MÜCADELE

Ali imran suresi ayet 142 mealen :"Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete girivereceğinizi mi sandınız"
Hz.Rasulaalah (Sallallahualeyhi ve sellem) 13 senelik mekke döneminde ashabıyla savaşmadan yaşamışlardı,Peki savaşamzmıydı acaba ..Halbuki birçok cihad ayetleri inmişti ..Burdaki yani mekkedeki cihat ne tür cihattı..
Ashabına "Nefisleriyle" savaşmayı öğretip taktik veren yüce muallim batınen muzaffer birer er yetiştirme yoğunluğundaydı..Her nefer nefsini mağlup etmiş bayrağını dikmiş Allahu Ekber çığlığıyla Efendisini sevindirmişti
Alt yapı çok sağlam olmalıydı . zira 15 Asır ashabının üzerine bina edilecekti bu yüzden ashabı içe dönük cihatlarında haşin ve güçlü olmalıydılar..Bir defansında savaştan dönen ashabına demişti ki "Sizler küçük cihattan döndünüz ,şimdi büyük cihat kaldı"şaşıran ashabı sormuştu ya Rasul Allah(Sallallahu Aleyhi vesellem)
bundan daha büyük cihat mı var biz savaştan döndük peygamberimiz buyurur ki"Büyük cihat nefisle yapılan cihattır"der..Cihada yeni ve mustakim bir anlam verir Muallim ..Dünyanın bir çok yerinde ham insanların hamca "amatörce" cihat yapıyorum diye ortaya cıkması ne de zavallılıktır..İç istikametini yapamamış kalenin içini fetih edememiş..komşu kaleyi islaha kalkışmış ne de isabetsiz adımlardır..
Demek ki cihat ikiye ayrılıyor 1.Küçük cihat :Allah için yapılan düşmanlarla olan cihattır İlayı kelimatullah.
2.Büyük Cihad: Kişi Nefsiyle "Tekbaşına" yaptığı cihattır ..Peki bu cihat neden büyüktür..Kimsenin görmediği ve duymadığı sesizce iç kavgasıdır o savaşta nöbet değişimi yoktur teke tek ve gece gündüz yaz ve kış yani bir ömür boyu cihattır, bir an bıraksan her şey harab olur, o düşman hiç uyumaz..her daim mutayakkız olunmalıdır..Ehlullah olan Allah dostları sofilerine bu cihadı öğretirler içte kemalatı ve zaferleri derken batın zahire akseder ve başkalarına örnek olmaya başlar derken dış cihat başlar....Bu sözlerimden Allah yolunda savaşı ve cihadı küçümseme gibi bir gaflette bulunmak istemedim ..bil akis ondan önce yapılması gereken daha önemli cihatlar olduğunu ima ettim..Sağlıcakla kalın

22 Ocak 2010 Cuma

CAN HÜSEYİN CAN

Hicretin 4.yılı… Birer yıl arayla Medine de iki doğum, iki bayram, iki ay parçası…
Yeryüzünün en hayırlı dedesinin gözbebekleri doğuyor, Fatımatüz Zehra’nın körpecik fidanları, Aliyyül Mürteza ‘nın eşsiz kahramanları doğuyor… Cennet gençliğinin iki seyidi, Ehli Beyt ’in ilk nazlı çiçekleri…
İki ay parçası “Merhaba” diyor o incecik sesiyle
İsimlerini RAHMAN koyuyor Cebrail nefesiyle.
Siz onlara ALLAH ‘ın iki lütfu diyin. Birinin adı Hasan diğerinin Hüseyin…
Zaman Saadetli günleri yaprak yaprak okurken, Onlar Peygamber dizinde büyüdüler. Ve onlar zaten Semada büyüktüler…
Bir gün Peygamberlerin incisi oturuyorlar… Hasan ‘la Hüseyin yakalama oyununda. Buyurdular:
“Ha gayret Hasan göreyim seni yakala Hüseyin i” Hz. Ali:”Ya Rasulallah”diyor.
“Hüseyin’den taraf olmanız gerekmez mi? Hüseyin daha küçük.” Rasulullah Buyuruyorlar:
“Baksana Cebrail ‘de Hüseyin i tutuyor –Ha gayret Hüseyin göreyim seni diyor.”
Yine bir gün Efendimiz ashabıyla yürüyorlar. Hz.Hüseyin arkadaşlarıyla oynuyor… Peygamberimiz ellerini açıyor. Hz.Hüseyin bir oraya bir buraya kaçıyor ve gülerek yakalıyor onu Nebiler Nebisi. Öpüyor… Kokluyor… Öpüyor… Sonra zamana ve mekâna sesleniyor:
“Hüseyin bendendir bende Hüseyindenim. ALLAH ‘ı seven Hüseyini sever. Hüseyin torunlardan bir torundur…”
Ve bir gün Cebrail bir haberle geliyor.Hüseyin Fırat kıyısında Şehit edilecektir.Orası üzüntülü,tasalı,mihnetli ve belalı bir yerdir.Kerb-ü Bela ‘dır.Orası Kerbela ‘dır…
Hicretin 61. yılı… Aylardan Muharrem… Kan renginde Fırat ve dudaklar susuz… Yürekler susuz…
Kerbela ‘da bir oğul var… Uğruna oğullar feda… Bir torun kerbela ‘da DEDE ‘sinden 50 yıl uzakta.
O ‘nun gibi Bembeyaz giyimli… Bembeyaz yüzlü… Atının üstünden sesleniyor merhametten yoksun olanlara: “BEN PEYGAMBERİNİZ ALEYHİSSELAMIN KIZININ OĞLU DEĞİL MİYİM? BEN HZ. MUHAMMED MUSTAFA ‘NIN TORUNU DEĞİL MİYİM? ŞEHİTLER SEYYİDİ HAMZA BABAMIN AMCASI DEĞİL Mİ? ÇİFT KANATLI ŞEHİT CAFER BENİM AMCAM DEĞİL Mİ?
Kerbela da bir oğul var, çevresinde yeminler ediliyor Şehadete... ve bir bir toprağa düşüyor yiğitler…
Ehli Beyt ‘in solan ilk çiçeği Aliyyül Ekber di… Sonra sıra sıra soldu Civanlar…
AMR BİN ABDULLAH BİN CAFER, MUHAMMED BİN ABDULLAH BİN CAFER, ABDULLAH BİN AKİL, CAFER BİN AKİL… İşte bakın biri daha yürüyor ölüme Hz. Hasan ‘ın oğlu Kasım… O ‘nunda yüzü ay parçası, elinde kılıç, üzerinde gömlek ve pelerin…
Ayak sandallarından birinin bağı kopmuş. Başına bir kılıç iniyor ve “AMCA” diyerek yüzüstü düşüyor Kerbela ‘ya. Kerbela ‘da bir oğul var, bir şahin var. Kucağında 3 yaşında bir Seyyid. Adı Abdullah ve bir ok Abdullah ‘ı boğazından vuruyor… Hz. Hüseyin kanla dolan avuçlarını yere boşaltıyor...”Ya RAB” diyor.”Bize göklerden yardım etmeyeceksen hakkımızda ondan daha hayırlısını ihsan et.”
Hicretin 61.yılı Muharrem ayının 10’u.Bir şehit var Kerbela ‘da. Tam 33 mızrak yarası,34 kılıç yarası
“EY MUHAMMED ‘İM NERDESİN NERDE? HÜSEYİNİN BAŞI BİR YERDE GÖVDESİ BİR YERDE.”Bu Hz.Zeyneb ‘in feryadıdır dedesine.”EY MUHAMMED ‘İM SANA GÖKTEKİ MELEKLER SALÂT-U SELAM GETİRİYOR. HÜSEYİNSE ŞU OTSUZ BOZKIRDA, ÇÖLDE, TOZLARA, TOPRAKLARA, KANLARA BULANMIŞ, AZALARI KESİLMİŞ YATIYOR. EY MUHAMMED ‘İM SENİN KIZLARIN ESİR EDİLMİŞ, ZÜRRİYETİN HEP ÖLDÜRÜLMÜŞ, SABAH YELLERİ ONLARIN ÜZERİNE HEP TOPRAK SAVURUYOR.”
Abdullah bin Abbas o gün Medine de Rasulullah ‘ı görür rüyada, yanında içi kan dolu cam bir bardak. ve şöyle buyurur:
“BENDEN SONRA ÜMMETİMİN YAPTIĞI ŞEYİ BİLİYOR MUSUN? HÜSEYİNİ ŞEHİT ETTİLER. BU ONUN VE ASHABININ KANLARIDIR. BUNU ALLAH ‘A SUNACAĞIM.”
Ya Rasulullah!!Biz asırlar sonra geldik.Eğer o gün olsaydık Kerbela ‘da ALLAH ‘a Kasem olsun ki;Ashabının seni koruduğu gibi korurduk Ehli Beyt ‘ini,yada o uğurda verirdik canımızı!!!
Bu sözümüzün bir ispatı olarak bugün biz senin kapındayız. Taşıdığımız Ehli Beyt isimleri…
Kimimiz ALİ, Kimimiz FATIMA, Kimimiz HASAN ve HÜSEYİN ve iftiharla senin ismini taşıyor çoğumuz… ALLAH Ruhumuzu senin kapında Ehli Beyt ‘ine layık olduğumuz bir anda alsın. Ali Azhar ‘la
Zeynel Abidin ‘le her asırda Hüseyin ‘i çiçekler açarken,yanaklarında Peygamber busesi ve her biri senden bir koku taşırken çağlara;ALLAH BİZİ ONLARDAN AYIRMASIN!!!BİZİ SENDEN ve RIZASINDAN AYIRMASIN!!!
(Dursun Ali Erzincanlı ‘nın çok Etkilendiğim bir ağıtıydı. Paylaşmak istedim.)

21 Ocak 2010 Perşembe

CİĞER KEBABI

CİĞER KEBABI
Bir gün ashabı güzin Kainatın Efendisinin huzuruna gelip Hz. Ebu Bekir’den şikayette bulundular:
- Ya Rasulallah, Hz. Ebu Bekir bir oda içine girip ciğer kebabı yiyor, biz kokusunu duyuyoruz, fakat bizi davet etmiyor.
Sultanı Enbiya buyurdular ki:
- Onun bir daha böyle yaptığını görürseniz bana haber verin. Beraber gidip bakalım.
Bir gün yine Hz. Ebu Bekir odaya girdi. Haber verdiler. Resul-i Ekrem hemen kalkıp oraya gitti. İçeri girdiğinde gördü ki ne ateş var ne kebap. Hz. Ebu Bekir’e sordu:
- Ya Ebu Bekir, yalnız başına ciğer kebabı yiyormuşsun doğru mudur?
Ebu Bekir (ra) de:
- Ya Rasulallah, haşa! Ben ciğer kebabı yemiyorum. Pişen kendi ciğerim, diye cevapladı. Rasulullah sebebini sorduğunda Hz. Ebu Bekir:
- Ya Habiballah, her an aklıma şu geliyor: Hak Teala bana İslam’ı nasip etti. Habibinin dostu eyledi. Ashab arasında meşhur oldum. Acaba kıyamet gününde halim ne olur? Allah-u Teala’ya bu kadar nimetin şükrünü eda edebilir miyim, diye korktuğumdan ciğerim yanıyor, kebap oluyor, cevabını verdi.
Bunun üzerine Ebu Bekir (ra) hakkında ayetler indi. Ashab-ı kiramın Hz. Ebu Bekir’e olan muhabbeti daha da arttı.

Kaynak: Dört Halifenin Menkıbeleri, Şemseddin Sivasi

19 Ocak 2010 Salı

Biz KiMiZ ! ! !

18 Aralık 2009 Cuma

Gam yurdu


Kays anlamıştı,dünyanın bir gam yurdu olduğunu. Anlamıştı daha ilk günden,buraya dert ve üzüntü çekmeye gelindiğini. Anlamıştı insanlara “gönül”verildiğini ve ezelde aşkın yaratıldığını. Anlamıştı güzeli ve güzelliği.Anlamıştı ilahi sırrı,insanın bir ayna olduğunu ve Yaradan’ın onda kendisini temaşa ettiğini. Eksikliğini anlamıştı. Aynaya aksetmeyen görüntüyü arıyordu. Öteki yarısı yok gibiydi. Kendisini tamamlayacak güzeli arıyordu ve öteki yarısını aramanın niceliğini anlamıştı. O alalade bir çocuk değildi. O bir sevda çekirdeğiydi. Onda kainatın en büyük aşklarından biri yüklüydü. Anladığı da oydu zaten. Bu sebeple ağlıyordu. Onun için ağlıyordu!O’nun için ağlıyordu!!O’nu arayıp bulmaya vasıta olacak öteki yarısı için ağlıyordu.
Doğmuştu öteki yarısı ,aynı gecede .Kimseler bilmiyordu bunu ,bilemiyordu.. Bilemezdi de. Amiroğulları’nın bir başka beyi Mehdi b.sa’d’ın çadırında doğmuştu Leyla..



Leyla “geceye dair,gece gözlü ,gece saçlı “demekti.Sonradan gece bahtlı da olacaktı. Kays’ın çığlıkları ,işte bu gece renkli güzel için idi. “Güzel” ne kelime !…Kays’ın ruhu ve canı .Güzelsiz ,güzelliksiz Kays olur mu?Misk ,kokmazlık yapabilir mi Kays ,sevmezlik edebilir mi?Evet ,Kays dadılarını sevmedi,sevemedi ,bir türlü. Tesadüf,bir hilal kaşlı peri–peyker,onu kucağına almıştı. Kesiliverdi çığlıklar,ağlayışlar ,göz yaşları.İlk defa gözlerini açıp uzun uzun baktı bu güzelliğe Kays. Güldü,gülümsedi o mah- cemale. Ah güzellik!..Allah’ın bitmez tükenmez ;sonsuz eksiksiz kudretinin eseri!..İmanın delili ,adem olmanın idraki.O’ndan bir zerre.Zat’ından bir nişane!Aşkın yegane vasıtası!.. Elinde oldukça güldü o güzelin;elinden indikçe ağladı Kays.Artık başkaca ne mürebbi,ne daye!… Bir yandan Amiri “Evlat cevherine bedeldir;evlat bırakan ad bırakır. Emel sandığıma inci doldu,niyet mumum parladı” diye sevinirken öte yanda Kays ‘ın gönlünde şu münacat vardı:

-Biliyorum Rabbim!Gam tuzağıdır varlık .Hür olmaz yoklukladır. Ey cefacı dünya!Bildim sendeki kederin çokluğunu. Keder çekmeye arkadaş isterim.Ey felek! Her nerede gam varsa ,gönder benim kederli gönlüme ve sonra bütün alemi gamdan azad et.Bu yolda azaltma nasibimi!Bana aşk ver.Ne geldiğimi bileyim,cihana ;ne de zamanın nice olduğunu!

Güzel daye Kays’ı canıyla besler ,süt yerine ciğer kanını sunardı.Bu güzel,ona sevgi emzirir;aşk içirirdi.Kays bir ay parçası,güzel daye halesi.Her geçen gün ona bir kadeh aşk şarabı verirdi,aşk tuzağı ayağını tam bağlasın diye.
Zaman!..Ah zaman!..Hem dost ,hem düşman. Hem mazlum,hem zalim.Aktıkça köpüren bir nehir.Yiğide ayak bağı ,namerde at meydanı. Sevdaya tuzak,nefrete dost. Aktıkça ,iyi ile kötünün ;iyilik ile kötülüğün yolunu ayırıcı. Rahmette zahmet;zahmette rahmet madeni… Hayırda şer;şerde hayır gizleyen sır. Gel zaman;git zaman!…

8 Aralık 2009 Salı

İlk Bakışma !


Bütün aşk Hikâyelerinin en unutulmaz ve heyecan verici sahnesi, sevenin sevgiliye ilk baktığı andiR şüphesiz. Daha doğrusu, onun yüzünü ilk gördüğü vakit. Âşıktaki içsel değişimin başladığı an, gözün sevgiliye ilk takıldığı saniye dilimidir ve aşığın bütün biyografisi, bu''ilk bakışın öncesi ve sonrası''ndan ibarettir. Bir ilk bakış, kaderin kazaya dönüştüğü en kutlu demi yüklenmiştir.
İlk bakış, ancak yüz aynasına çarparsa aşka dönüşür. Çünkü sevgilinin başka hiçbir uzvu, hiçbir güzelliği onun yüzü kadar aşka kapı aralayamamaktadır. Nitekim Âşık maşukunu ya bir resimde seyreder, ya ya da Birinden methini ısıtıp bu mesnevîlerde görür rüyasında sevmeye başlar. Ancak, sevginin aşka dönüştüğü an, sevenin sevgili yüzünü göz ile gördüğü andiR. Çünkü bu noktada bilgi ve bilinç devreye girer.
Mesela;
---Veys ü Ramin hikâyesinde Ramin, üzerindedir ve kalbine bir ok saplanmış savaşçılar gibi atından yere düşer de Veys'in yüzünü ilk gördüğü anda.
--- Hüsrev, Şirin'i Gölde yıkanmış, Saçını tararken gördüğünde, onun yüzü saçları arasında gizli ve Hüsrev'e Sırtı dönüktür. Şirin'in, kendisini seyreden şehzadeden haberi de yoktur. Fakat ansızın önemli bir şey olur ve Şirin saçlarını yana atar. İşte Hüsrev için dolunayın geceden çıkması yahut Okun yaydan fırlaması bu anda gerçekleşir.
--- Kays da mektebe varıp çocuklar arasına oturduğunda Leylâ sınıftadır ama ne zaman ki yüzünü görür, kılıç kınından sıyrılmış olur.

Sevgilinin yüzü mü; aşk yangınını alevlendiren ilk kıvılcımdır.

Aşığın kalbi mi, ilk bakıştan sonra suda titreyen bir mehtap.
Göz ... Savaşı Başlatan Haberci.
Bakış ... Elde olmayan kader; İlâhî kaza.
Ve aşk ... Kalp ile göz arasında kutlu bir hadise

Çoook sonraları kalp göze diyecektir ki,''Beni bu onulmaz derde ITEN sensin. Safayı sen sürdün, Acıyı ben çektim. Nimet senin, zahmet benim oldu. Sen sevinirken, kaygılanan ben oldum. Bakışlarını arttırdıkça sen, dertlerimi çoğalttın benim. Zafere eren sen, hezimete uğrayan ben. Sen emirlerine itaat edilen Hükümdar oldun, ben senin peşinde Koşan tebaan. Sen emir, ben esir. Melik iken Memluk (kul) ettin beni.''Sonra devam eder,
-Ey göz! Sen ikisin, ben birim. Iki kişinin bir Ferde saldırıp onu öldürmesi zulüm değil de nedir?! .. Şimdi ağla o halde; ettiğin Zulmün cezasını çek bakalım! ..

Göz buna karşılık ayet-i Kerime ile cevap verir:
''Gerçek şu ki; gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler kör olur''(Hacc, 46).

Ebu der ki:''bir kral ise Hureyre radıyallahu anh Kalp, organlar emrine amade askerler gibidir. Kral iyi davranış içinde olursa, askerler de ona uyar. O fenalık yaparsa, emrindeki askerler de fena davranır.''Göz der:''O halde ey kalp, kendini de beni de helâka sürükleyen sensin. Seni perişan eden yegane şey, Allah'ın sevgisinden, zikrinden ve emrettiklerinden uzak kalmandır. Sen başkasının sevgisini O'nun sevgisine tercih ediyorsun ve aşkın yükünü bana yüklüyorsun. Şimdi ağlayan benim, yanan sen. Ne sen beni kurtarabilirsin, ne ben seni söndürebilirim. Ben su serptikçe senin alevin artacak, sendeki ateş arttıkça ben daha çok yaş akıtacağım. Yoksa 'Hayırlı olanı şu degersiz şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz?' (Bakara, 61).''

Yedi Askı'nın şairlerinden biri şöyle soruyor:

''Şaşkın vaziyetteyim; nefsimi mi azarlayayım, arzulu gözümü mü, yoksa kalbimi mi?''
İskender PALA

4 Aralık 2009 Cuma

Siyah LALE

Hayatı zıt boyutta ve tersinden yaşamak gibi bir şey. Peki bu mümkün müdür? Sevgilinin kimliğine bağlı olarak, evet! .. Sevgili Allah olunca elbette! ...
Tasavvufta Lalenin Anlamı
Aşkımdan pürsafâyımdır sanırsın belki bu demler ... Aşkın neşvesi olmaz, Lâle; Eğlâl ,,,,,Leyli; Leylâ olmadan Ey güzel...
Lalenin Osmanlılar tarafından çok sevilmesi sadece çok güzel bir çiçek olmasından dolayı değil. Arapça harflerle yazıldığında Lale kelimesi ile Allah kelimesinde aynı harfler kullanılıyor. Bir de Arap harfleriyle yazılan Laleyi tersten okursanız Hilal kelimesi ortaya çıkıyor,
Lâlenin Harfi manası "Hilal" e de ulaşmaktadır. Onlar semâdaki hilâlin parıltılarıyla yol alır, yıldızlarla semaya dururlar. Bir semâzenin tr Makro hâlidir, hilâli çevreleyen yıldızlar ...

Lâlenin hesabı 66'dır ebced. Altmış altı "elhamdülillah" bir denk gelir. Onlar o hayret makamının coşkusuyla yaşadığı istiğrak hâline hamdederek "elhamdülillah" derler.
Lâlenin içi kömür gibidir. Ancak Dıştan görünmez. Dışı ise içinin tam tersine pasparlak, canlı ve ruha sekînet verici bir görünüme sahiptir. Onun bu hali Tıpkı bağrı yanık bir dervişin mütebessim LOKMAN hâleli yüzüne benzer.

Gerçek lâlelerin hepsinde renkli altı yaprak bulunur. Bu ise İmanın altı nû »runun libâsına bürünen dervişin îmân ve ihsan potasında erimesi ve daha sonra bu Nurun şualarıyla derinden bir yanışa gark olmasının da bir simgesidir.
Bununla beraber Kur'ân-ı Kerîm'in (aynı zamanda Fâtiha süresinin) altıncı âyeti de "Bizi dosdoğru yola (Sırat-ı Müstakîm'e) İlet" ayet-i kerimesidir. Bu ayet aynı zamanda bir dua Vasfi taşımaktadır.

Lâlenin renkli yapraklarının yukarıya doğru olması da Tıpkı bir dervişin dua edişindeki edâyı andırır. Zira derviş bu hal ile Sırat-ı müstakîm üzere olmayı, yani istikâmete ermiştir noktalarını törpüleyerek hakîkate etmiş ve ifrat-tefrit murad. Tıpkı ve lâlenin derûnundaki siyahlığı göstermemesi gibi o da içinde yaşadığı Yanis halini gizlemiş ve kendine her nazar edene o güzel rengini sunarak ona ferahlık vermiştir. Nitekim lâlenin en revaç bulduğu dönemlerden biri olan Osmanlılar zamanında ona, "ferâhâver (ferahlık veren)" denmiştir. Işte bu vasıflarla vasıflanan derviş de Tıpkı lâlenin bu adını alarak etrafına letâfet ve zerafet saçmış, gönüllere âb-ı hayat sunmuştur. Hulasa; lâlenin eğlâl oluşu, Lâlenin Hakîkat deryasına dalış hâlidir.

Leyl; gece demektir. Gece sevda demektir. "Sevda" nın asıl manası "siyah" tır. "Siyah Lale" diye bir şey yoktur. Gerçekte bunlar çok ama çok koyu mor lalelerdir
Gece kıymet bilene "kara sevda" nın yaşandığı ânlardır. Eğer sen geceyi kopkoyu bir boşluk olmaktan çıkarmak istersen, gönüldeki yârları ve ağyârları yok etmelisin! Işte o zaman her yer sana Ayan olur. Sanırsın ki gece bitmiş de gündüz oluvermiştir. Böylece fani Muhabbetler silinerek kalb sevdanın deryâsının derinliklerinde yolculuğa çıkmıştır. Burada bahsedilen "Leylâ" temsili olup, asıl kasdedilen "Mevla" dır. Her yerin Ayan oluşuyla kalb KAİNATIN esrârını okuyucu ve alıcı bir hâle gelir. Ve Cebrâil'in "Oku" emrini müteâkiben örtüsüne bürünen ürkek yürek, artık serpilip açılır her yanda Leylâ'yı "Mevla" görür hâle gelir ve.

Ey Gönül! Canına üflenen nefhayla yan da kavrul! Amma Lâle gibi ol ki, halinden sadece "Yar" haberdar olsun. Öyle ki, Efendimiz-sallallahu aleyhi ve sellem-ümmeti için gönlü onu lahzâ beşûş (mütebessim) idi ... yüzü, hüzne gark olurken dahi daim

2 Aralık 2009 Çarşamba

Hadi Git


Müzik - hadi git ...:( | izlesene.com

1 Aralık 2009 Salı

Aklın Hududu !

Mevlana Celaleddin-i Rumi, ailece Konya'ya yerleştikten sonra tahsîlini tamamlamak için Halep ve Şam'a gider. O sırada takriben otuz yaşlarındadır.

Birgün Şam'ın kalabalık çarşısından geçerken değişik kılıklı bir kişi:
"-Ver elini öpeyim, ey alemlerin sarrafı! .." der.
Celaleddin-i Rûmî'nin ellerine yapışır ve hararetle öper. Sonra birdenbire Kalabalığın içinde kayboluverir. Celaleddin-i Rûmi şaşırır. «Bu ne iştir?» Diye hayretler içinde kalır. Esrarengiz ve Garib hüviyetli kişi, kendisi için adeta bir muamma olur.
Celaleddin-i Rûmi, seneler sonra birgün Konya'daki medresesinde dersden çıkıp talebeleriyle sohbet etmekteyken, daha evvel Şam'da elini öperek kendisini hayrette bırakan kimse ile tekrar karşılaşır. Bu şahıs Tebrizli Şems'dir. O da Celaleddin-i Rûmî'nin sohbetine dahil olur. Garib bir heyecanla şu acaib suali sorar:
"-Bayezid mi, yoksa Hazret-i Muhammed-sallallahu aleyhi ve sellem-mi daha büyüktür?"

Mevlânâ Hazretleri dehşete kapılır ve:
"-Bu nasıl sual?!. Hiç Alemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan yüce bir peygamberle, O'nun bir velisi mukayese edilir mi?!." diye hiddetle bağırır.

Tebrizli Şems, hiç sükunetini bozmadan sualini şu şekilde açıklar:
"-Öyleyse, neden Bayezid, Rabbinden cehenneme konulmasını ve vücudunun orada, başka hiçbir mücrime yer kalmayacak büyütülmesini Taleb ettiği derecede, Lakin küçük bir ilahi Tecelli karşısında da:« Şanım ne yücedir! Kendimi tesbih ederim! .. »Dediği halde; Hazret-i Peygamber-sallallahu aleyhi ve sellem-sayısız tecellilere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor nail olduğu nimetlerle yetinmeyerek Rabbinden hala istiyor, istiyor, boyuna istiyordu? .. "
 
Bu îzâhât, Hazret-i Mevlânâ'yı sırf aklın aydınlattığı zahir ilmin hudûduna getirip dayar. Bu noktada kalarak suale cevap vermek mümkün değildir. Şems, hal silahıyla O'nu bu noktadan ileriye iter. İlerisi uçsuz bucaksız bir "Ledün Alemi" dir. Böylece Şems, muhatabını, O'nda mevcut olduğu halde habersiz bulunduğu manevi bir iklîmin ufkuna doğru şimşek sür'atiyle bir keşif seyahatine çıkarmış olur.- "Boyezid'in« Şanım ne yücedir; kendimi tesbih ederim! Ben sultanların sultanıyım! .. " sözü bir işba, (doymuşluk) Halının ifadesidir. Yani, O'nun manevi susuzluğu, küçük bir Tecelli ile giderilmiş oldu. Ruhu artık talebsiz bir hale geldi. Sekre sürüklendi. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lakin O'nun istiabı bu kadardı.der.
Bu ani gelişmenin te'siri ile Hazret-i Mevlânâ, daha evvel ezberlemiş bulunduğu Zahiri ilmin mütalaalarından birini serdediyormuşcasına kolaylıkla şu cevabı verir:

Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ise, «Elem neşrah-Leke sadrak!» Sırrına mazhar olmuştu. Tecelliler, kendisini her taraftan kuşattı. Kainat kadar geniş olan sadri, bir türlü kanmıyordu. Susadıkça susuyor, içtikçe de susuzluğu artıyordu. Her an bir Halden Diğer bir hale yükseliyor Onu Yükselişte de bir önceki haline tevbe ediyordu. Nitekim:

"Ben günde yetmiş defa-bir rivayette-yüz defa-tevbe ederim! .." buyurmuşlardır.
Zira O, yüce Mevlâ'sına onu bir daha yakınlık istiyordu. Çünkü iştiyakı sonsuz, kul ile Rabb arasındaki mesafe ise sonsuz kere sonsuzdu. Bu sebeple birçok kereler:


«Ya Rabbi, Sen'i gereği gibi ve layık olduğun veçhile tanıyamadım .. Sana hakkıyla Kulluk Yapamadim .. »diye iltica ve tazarrûda bulunuyordu."

Şems'in vazifesi, muhatabının idrâkini, kalbi derinliğini, Zahiri ilimle ulaşılamayacak olan işte bu mertebeye yükseltmekti. Bunun için Aldığı cevapla ulvî gayeye ulaşmış insanların büyük coşkunluğunu hissederek bir Neş'e çığlığı atar. Kendinden geçer. Böylece bu iki Maneviyat yıldızının arasında hayat boyu devam edecek olan Nurani bir şerare vücuda gelmiş olur.
Osman Nuri Topbaş hocaefendiden alıntıdır, devamı için tıklayınız. http://www.osmannuritopbas.com/altinoluk-dergisi/hz.-mevlana-sems-ve-seb-i-arus.html

27 Kasım 2009 Cuma

Michael Scofield (otizm ve deha)


Michael Scofield, Prison Break dizisindeki kurgusal bir karakterdir. Karakteri Wentworth Miller canlandırmaktadır.

Klinik verilere göre düşük, herhangi bir içe kapanıklık mevcuttur, Michael, bir bilgiye ulaşmasına kimse engel olamaz derecede süreçte çok yönlü düşünebilir ve en ufak ayrıntıyı gözden kaçırmaz. bunların hepsi yüksek IQ ile olur, "Tweener" bölümünde bir psikiyatrın açıkladığı gibi, teorik olarak yaratıcı bir zekaya sahiptir.Yüzünde çocukça bir ifade barınmaktadır, Michael Çok az Kişisel değerler geliştirmiş; Kendini aşırı derecede diğer insanlarla özdeşleştirmiştir ve diğer insanlara karşı daha özverili davranır. O diğerlerinin acılarını hisseder. Michael başkalarına karşı çok büyük fedakarlık gösterebilmeyi arzular.

İrlanda'daki Trinity College'da yapılan bir Araştırmada, otizme yol açan genlerin aynı zamanda insanların zekâsının "keskinleşmesine" Yol Açtığı ve aralarında Einstein'ın da bulunduğu birçok "dâhinin" Otistik olduğu belirtildi. Araştırmada, Beethoven, Mozart, Einstein ve Kant gibi çeşitli alanlarda büyük başarı kazanmış kiþilerin davranışları incelendi.

Bu kiþilerin sosyal ilişkilerinin zayıf ve de sakar olduklarını Ancak bir konu üzerinde çok uzun sureler düşünebildiklerini söyleyen uzmanlar, bu davranışların Otizm Spektrum Bozuklukları arasında yer alan Asperder Sendromu (AS) belirtisi olduğunu kaydetti. A.Ş. ile Yaratıcılığa aynı genlerin Yol Açtığı ve bu genlerin herkeste farklı yapıda olduğu açıklandı.

22 Kasım 2009 Pazar

Kemanı Ağlatan Adam !


Iranlı keman virtüözü bir müzisyendir Farid Farjad.Albümlerinde sadece keman ve piyano Farjad 1938'de vardır.Farid Tahran'da dünyaya gelmiş.Konservatuar eğitimini tamamladıktan sonra, Tahran senfoni orkestrasında çalışmaya başlamış. 1970'lerde orkestradaki yerini bırakıp California'ya gitmiş. Bu gidişi İran'daki rejim değişikliğinden sonra dönüşü pek mümkün olmayan bir hale gelmiş. Oysa Farjad'ın ezgilerinde pers kültürü de var, İslam da var.


İlaç gibidir.Kimi zaman anti depresan kimi zamansa depresan etkisi yaratır.2004 'te ilk dinlediğimden bu yana hep şöyle düşünmüşümdür; Kendisinden bu kadar geç haberim olduğu için hayatımın geri kalanında üzülebileceğimi, bana söylettiren adam ... Onu dinlemek için en başta "acı" nızın olması gerektiğini unutmayın.Öyle sade dinlenmez ... Bu Zati dinlerken, içinizden akan her kandamlasının yolunu hissedersiniz.Kanadıkça kanarsınız.Nasıl anlatmalı ki; yaranın kabuğunu, daha yeni bağlanmışken tekrar kaldırmak gibi ... Farid Farjad: Feryat bir yanıyla.Belki de çığlık, haykırmak zaten Farid'in anlamı da bu. Ve bu adam ismine yakışan işler çıkarıyor ortaya.Haksız mıyım? Müziği beni şu birkaç gündür alıp görmediğim yerlere götürdü. Hissettiklerimin resmini notalarla içime çiziyor, kendimi anlamlandırmama yardımcı oluyor

"Robabeh Jan" isimli parçasında, kemanın inceldiği noktada, ben bu hayat denilen kurmacadan kopuyorum. Günlük hayatın tekdüzeliğinden, popüler kültüründen ve en çokta kendini yitirmiş, içi boşaltılmış, değersizliği kendine paye edinmişlerden kurtulmak ve kaçmak için birebir.Ama asla kendinden, özünden kaçış değil, aksine esaretteki benliğin, bozulan ruh frekansını, oluşturduğu dalgalanmalarla özüne döndüren bir kaçış ... "Taghatam "deh isimli parçası hakkında ayrı bir yazı yazılabilir Başlı başına.Bir ses nasıl insanda adım adım çoğalan bir hüzün seli meydana getirebilir? Anlaşılır değil! Anadolu'da Erkan Oğur'un yaptığını şimdi Farjad yapıyor denilebilir bir anlamda. Bir rivayete göre; de arkadaşlar.Eskiden keman virtüözleri genç yaşta hep veremden olurmuş. Kemanın sesindeki keder fazla yaşatmazmış sahibini. De verem olmamıza Farid Farjad sayesinde bizim az kaldı. Lafım belki biraz arabesk gibi gelecek ama değil. Gerçek bu!
Albümlerini Türkiye'de sevenlerinin birbiri ile paylaşımı sayesinde gittikçe çoğalıyor. Kaset ve cd'lerini müzik satıcılarında bulmak zor. Arayanlar bilir! Anroozha serisiyle piyasada olan albümlerini isteyen olursa, Msnden gönderebilirim. Siyah_nur313@hotmail.com

Farjad'ın müziği, insanın yüreğini sızlatan, derinlerde, oralarda bir yerde olanı deşeleyen, kabuğundan çıkartandır.

Bazen köpüğünde yüzercesine serinleten, huzur veren, kimi zaman alaca karanlıklara sürükleyen, alıp götüren bir hissiyattır OKYANUS. Hüznü nakış nakış işleyen Kemanı adeta "gel beraber Ağlayalım" diyor ..

18 Kasım 2009 Çarşamba

Aman Teslim Olmayın ! ! !


Ne biliyor musun bu işin sırrı? Bırakacaksın kendini. Mutlu olmak istiyorsan teslim olacaksın. Hayatını mı mahvediyor çok sevdiğin? Bırak mahvetsin. Sen severken mahvolmayacak kadar değerli misin? Diyelim o kadar değerlisin. Peki o zaman üstat, o değeri harcamayıp ne halt edeceksin? `Turşusunumu kuracaksın!


Kim öğretti bize teslim olmamayı? Başımıza bir şey gelir diye başımıza bir şey getirmeden yaşamaya Çalışmayı, hiçbir şey getirmeden olup bitmeye çabalamayı, böyle sürüp gitmeyi ... Kim öğretti?

Kimse beni teslim alamaz `diye büyük ordularımızı birbirimize karşı böyle küçük numaralarla yönetmeyi ... İki yedi gibi değil de, bir teneke başarı Madalyası için çabalayan kale komutanları gibi ... Sınır boylarımıza bu uç beylerini, bu Asabi, Hırçın ve aslında Korkulu çocukları kim yerleştirdi insan?
`Benim sosyal hayatım, benim param, benim Başarım, benim hayatım` diye sakındığınız, `kimsenin peşinden gitmeyerek` çok müthiş savunduğunuz bütün o şeyler, hakikaten söylesenize, sizi gerçekten-ama gerçekten diyordum bak-mutlu etti mi? Teslim olmadan tamamladınız hayatı, tebrik ederiz, bırakmadınız hiç kendi yakanızı. Söylesenize, etiniz acısa acısa en çok ne kadar acıyabilirdi?

Peki çok farklı bir boyuta geçersek ve dersek ki, Teslim olmamaktaki teslimiyet nedir? Veya sevgisizlikteki sevgi? Beynimi sürekli kemiren iki soru,,, bir gün Arşimet gibi buldum diye çıkacam ama hala ne zaman bilmiyorum, Hatırıma Çok eskilerden bir şiir geliyor aklıma, İbrahim sadrinin ben aşkı satın aldım adlı parçası .. Kader bana böyle bir aşk Verdi ki devamını istiyorum, Sevgisizlikteki sevgi nasıl olabilir den çok nasıl uyumlarım diye sorguluyorum .. Nasılllll bir örnek olmazı lazım elimde ...

17 Kasım 2009 Salı

Susmak Konuşmaktır !


Suskunluğundan tanırım O'nu ... Yüzünde her daim nöbete duran ve içindeki depremi maskeleyen gülücüğü bilirim.

O depremin yüreğinde Açtığı derin yarıklardan en küçük bir iz yansımasa da yüzüne, aşinayım ketumiyetine ...
Bilirim ki, Kabil olsa da, sanki yıllar yılı söylenmeyip saklanmış, dilin ucuna kadar gelip tutulmuş, haykırılacakken içe atılmış yüzlerce sözcük, hafızaya kelepçelenmiş binlerce söz, binlerce itiraz, akıtılmamış Doğum dile getirilmemiş tam çıkarılmış bir Kazağı düzeltir gibi içten kavrayıp dışa çevirseniz ruhunu ters onca gözyaşı ilmek ilmek çözülüp saçılıverecektir ortalığa ...
Ama o konuşmaz.

Sabırla dinler, sitemsiz kabullenir ve ruhunun derinliklerine gizlediği çekmecelerde özenle saklar içine attıklarını ...
Kendisiyle sadece baş başayken açar onları ...
Kimi zaman gizli bir günlüktür çıkan çekmeceden ... Yazar; ... kimi zaman da SIRDAŞ bir silahtır ... Sıkar.

* * *
Niye bazıları ağzına geleni söyleyip rahat uyku uyurken, "içine atan", sessizliğe gömülüp kendi dehlizlerinin karanlığında yapayalnız Kabuslar görmeyi seçmiştir?

Anlatmazlar ki bilesiniz ...

Kimi nasıl diyeceğini bilmediğinden, kimi bildiğini de diyemediğinden, kimi dediği halde kıymeti bilinmediğinden, kimi bir kez deyip yanlış bildiğinden, suskunluğun o huzurlu kuytusuna sığınmıştır.

Sesini en çok yükseltenlerin en haklı sayıldığı bir dünyada, sürüye uyup gürültüye katılmaktansa sessizliğe gömülüp Haksız sayılmayı tercih ederek tevekkülle içine kapanmıştır. İç kanamaları zaman zaman ağzından kaçırıverse de, dudağının kenarından sızanın "Şerbeti" olduğuna inandırır herkesi Kızılcık ...

Oysa ne kadar gizlemeye çalışsa da, içindeki fırtınanın Birilerine fark edileceği umudunu hep korur. Suskunluğunun her şeyi anlattığını sanır. Sanki onca gürültü içinde birileri gözbebeklerini okuyacak ve konuşmayı bilmeyen bir çocuğun derdini anlar gibi, iç dünyasında çağlayan nehrin sesini duyacaktır. Başını sessizce öne eğişinden, Sitemkar imalarından, Dargin yalnızlığından derdini anlayacak, şifresini çözüp sessizliğini sese çevirecek birini bekler umarsızca ...

Oysa Gürültünün çağında, kimselerin vakti yoktur, anlatmayanın derdini anlamaya ...

Kimse kimsenin gözbebeğine bakıp konuşmaz; yüreğini dinlemeye yanaşmaz.

Öyle olunca da hepten içine kapanır "içine atan" ... Maddi varlığını dibe çeken bu manevi yükün ağırlığıyla yaşamayı öğrenir. Yükünü sırtlayıp, kendi iç sesiyle sohbet ederek yürümeye koyulur. Kendine yazılmış mektuplar, meçhule karalanmış satırlar, sadece yastığının bildigi sırlarla Örer kozasını ...

Sabah oldu mu, sahte gülümsemesini yüzüne yapıştırıp hayata karışır.

Anlaşılmadıkça artar ketumiyeti ... Rahat hesaplaşanlara özenerek erteler hesaplaşmalarını ... Ona itiraf vazgeçilmiş, ona tepki birbirine yapışıp koca bir ura dönüşür içinde gösterilmemiş onu sohbet Geciktirilmiş ... Sonra kanser gibi sarar bünyesini ...

İçindeki yara, yüzünde Gülümseyen maskeyi aşağı çekmeye başlar zamanla ... Artık ya, ya da hepten susacaktır içindekileri kusacak.

Işte o zaman, "iç" denilen o dipsiz derinlik, o ne atsan dolmaz sanılan kuyu TAŞAR aniden ... Yük, Taşınmaz olur. Yıllar yılı sabırla bastırılan volkan, ya umulmadık bir tepki, ya katılırcasına bir ağlama nöbeti veya gizlenmiş bir silah olur, gürültüyle patlar.

"İçine atan" ları bilmeyenler, kestiremezler bu ani tepkinin Nedenini ... Yanlış yerde ve son günlerde ararlar ipucunu ... Oysa onca yılın suskunluğuyla kaynaya kaynaya dolmuştur yanardağ ... Ve gün gelmiş patlamıştır.

İntiharı, doğumudur "içine atan" ın ... Ilk kez yüksek sesle konuşmuştur ve çoğu kez, son olur bu ...
Artık geride bıraktığı efsane konuşacaktır, kendisi yerine ...

* * *
Tanırım O'nu ...

Sessizliğin erdem sayıldığı bu özel dünyanın suskunları bilirler birbirlerini ...
Çareyi de bilirler.
Gözbebeklerine bakıp ruhunda Kaynayan volkanı sezecek ve şefkatle "içeri" sızıp O \ 'nu yukarı çekecek bir dost elini umutla beklerler.

Beynine ancak o dost eli uzanabilir.
O yoksa Yedeği bir kurşundur.




16 Kasım 2009 Pazartesi

Sürüye Katılmak......



İnsan denen varlık, «eşref-i mahlûkat» ile «efsel-i sâfilin» arasındaki bir sarkaçtır... Genellikle, bu iki nokta arasında kendilerince birer şahsiyet modeli oluştururlar. İnsanların önemli bir çoğunluğu, -ne yazık ki- başkaları için de bir örnek olarak ömür boyu bu iki «uç» arasında sallanıp dururlar. Tek düşünceleri, hayatı sıkıntısız idâme ettirebilmektir...

Her iki uca değmeden sürüp giden bu sallanışlar, kişinin «kişiliksiz hâl»idir...

Yani, ne İsa’ya yaranabilirler, ne de Musa’ya... Her iki tarafa eşit mesafede durup, kaçak ve kaçamak tavırlarla zavallı hayatlarını suya-sabuna dokunmadan sürüyüp sündürmeye çalışırlar ömür boyu...

Elbette dünyaya gelen her insan, ömür denen şu belirli süre içinde dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanmayı arzu eder. Bu arzu, insanın tabiatında vardır. Ancak, nefis atına binenlerin istek ve arzularının sınırı ne yazık ki yoktur. Refah merdiveninde yükseldikçe, daha üst basamaklara yönelir ihtirasın gözleri...

«Sürüden ayrılanı kurt kapar.» vecîzesinin ipine tutunurken, sürüden biri olmayı neden içine sindirdiğini düşünmek bile istemez. Hele bir de; «sürüler içinde sürmeli koyun» olabilirse, dokunmayın keyfine...

İyi de, ya bir şekilde ayağı sürçer, arkada kalır ve kurdun pençesine düşerse?.. O tehlike için de gerekli önlemi alır. Arkada kaldığı dönemlerde, kurt ile işmarlaşır. Yılışık gülüşünü kurdun dişlerindeki ölümcül şavkımalara sunarken, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırıp, ona bağlılık sunmayı asla ihmal etmez...

Katıldığı «sürü»nün çıkardığı toz ve gübre kokusunu ciğerlerine çekerken, kulaklarını «çoban»ın kaval sesine kepçe eder. Bu arada kuyruğu kurt korkusuyla titrer durur...

Böyleleri, kendilerini yeşil otlaklara götürecek çobanın kaval sesine olan sözde hayranlıklarını, kuzusu ölmüş, memesi iltihaptan davul gibi şişmiş «koyun» meleyişleriyle çevrelerine duyururlarken; arkada kalan topal ve yorgun hemcinslerini de topuklayıp dirsekleyerek, geriden gelen kurda «armağan» etmekten çekinmezler...

Her kazanç, mutlaka bazı kayıplarla elde edilir...

Sıcak bir su elde etmek için, bir enerjiye ihtiyaç vardır. Yakılacak ateş için gereken odun, gaz, elektrik ilh. bir «kayıp»tır... «Kazanç» sayılacak sıcak suyun bir kısmının da buhar olarak uçup gitmesi gayet normaldir...

İnsanlar, hayatlarını idâme ettirmek için mutlaka kazanmak zorundadırlar. Bir şeyler kazanmak için, bir şeyler kaybetmek de gerekir. Buna karşı çıkılamaz. Onurlu bir kazanç için alın teri, göz nûru, emek, zaman, hattâ önemli ölçüde sağlık kaybedilebilir. Fakat kaybedilenler arasında namus, şeref ya da kısaca insanı «insan» yapan hasletler olmamalı...

15 Ekim 2007 Pazartesi

YALNIZLIK.


Gülen gözlerim avuçlarımdan akıp gidiyor,
Şımarık sözlerim yerine, acılarım kağıda dökülüyor
Öyle ki acılarım yüreğimde,
Öyle ki acılarım kalbimde,
Öyle ki acılarım beynimde,
Öyle ki acılarım bedenimde,
Tamamen seninle dolu,
Üstelik sensiz her hücremde.

Umutlarım, Mutluluklarım,
Toz mavi rüyalarım,
Birer birer beni terk ediyor,
Yüzümde açan güllerin,
Teker teker yaprakları dökülüyor,
Bir kısa gebe bu yürek,
Hazan Rüzgarları bağrıma esiyor,
Gülücükler yüzümde yapmacık, asılı duruyor,
Baharın güleç yüzü benliğimi terk ediyor,
Gözlerimin önünde hayallerim, İmkansızlığı yaşıyor,
Dur diyorum bu kez zamana,
Bu kez dur akma
Söz dinlemez, laf anlamaz bir kula benziyor,
Sanki koşarcasına beni terk ediyor.

Ne doğan gün,
Ne gökyüzündeki ay,
Artık hiç biri bana ışık vermiyor,
Anladım var olmamın Nedenini,
Bu sahnede .......................... YALNIZLIK Rolü,
Bana düşüyor ...

KALBİMDE


KALBİMDESİN

Bir noktada sukut eden Sır Gibi
Saniyede GİZLENEN Asır gibi KALBİMDESİN
Sevdalar söndürmeyen ah gibi
Izdırabı kuşatan sabah gibi KALBİMDESİN

Karanlıkta dahi gören göz gibi
Ölsem bile dönmediğim söz gibi KALBİMDESİN
Gecelere gündüzlere eş gibi
Ebediyyen sönmeyen güneş gibi KALBİMDESİN

KONUŞ


Bir Dalin üstünde boynu büküksün
Bırak gözyaşların toprağa düşsün

Toprak anasıdır yaşayanların
Dertlerini emer ağlayanların

Suskun durma öyle konuş ne olur
Belki alev Söner hüzün kaybolur

Kirpiğin mi ıslak elin mi şaşkın
Esirimi oldun sende bir aşkın

14 Ekim 2007 Pazar

UMUT

Senide Böyle Bekleyen Biri Varmı?




Yoruma gerek yok .. süper bişey ...

12 Ekim 2007 Cuma

GİTTİ O


gitti o anne
dönmeyecekmıscesıne gitti
bır mezara cicek atarcasına
beni öldürürcesine, bogarcasına, yıkarcasına
buralarda onsuz bir başıma koyarcasına
GITTI O ANNE

8 Ekim 2007 Pazartesi

Beklenen


Beklenen sen olunca ..
Ne önemi var vaktin ...
Bırak şarkılar ayrılık çalsın ...
Vuslat senin gözlerinde kalsın

GÜL ve SÖZ


SENİ KANATMAMAK İÇİN ....
KENDİMİ KANATTIM ...
SAYKİ BİR RÜYAYDI yaşadığımız ...
SAYKİ HİÇ TANIŞMADIK ..
SAYKİ YOKTUM BEN ..